İSLAMİ BİLGİLER
Peygamberimizi sevmek 212
İSLAMİ BİLGİLER
Peygamberimizi sevmek 212
İSLAMİ BİLGİLER
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
İSLAMİ BİLGİLER

islam
 
AnasayfaAnasayfa  KapıKapı  GaleriGaleri  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Peygamberimizi sevmek

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
fatma

avatar


https://i.servimg.com/u/f10/14/30/61/11/shanex11.jpg
Mesaj Sayısı Mesaj Sayısı : 110
Kayıt tarihi Kayıt tarihi : 04/11/09
Nerden Nerden : KAYSERİ

Peygamberimizi sevmek Empty
MesajKonu: Peygamberimizi sevmek   Peygamberimizi sevmek EmptyPerş. Kas. 12, 2009 7:52 am

Peygamberimizi sevmek 1

Peygamberimizi sevmenin en güzel örneğini onun ashabı verdi.
Onlar “Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha önceliklidir” ayetinin ilk muhatabıydılar. Onlar, “De ki: Sizden bu çabam karşılığında bir ücret istemiyorum; istediğim tek şey içinde yakınlık olan bir sevgidir” ayetinin ilk muhatabıydılar.
Ayetin anahtarı, “içinde yakınlık olan” diye çevirdiğim “fil-kurbâ” ibaresidir. Bu anlaşılmadan, ayet anlaşılamaz. Ne yazık ki, bu ayet söz konusu olduğunda en az anlaşılan veya anlaşılmayan da budur. İçinde yakınlık bulunan bir sevgiyi anlatmadan önce, içinde yakınlık bulunmayan bir sevgiyi tasvir etmek lazım.
İçinde yakınlık bulunmayan bir sevgi, uzak bir sevgidir. Bunun daha açık ifadesi, “uzaktan sevmek”tir. Bir başka ifadeyle, sevginin bedelini ödememek için sevilene uzak durmak, bile isteye onun yanında, yöresinde, hizasında, arkasında yer almamak, onun mücadelesine katılmamaktır. Özetle, bedava sevmektir. Yerel deyimle “Kuru kuru kadan alam/takır takır kurban olam” ucuzculuğudur. “Böyle işi nenen de yapar” derler ya, işte öyle.

Sevgi hayatın en soylu, en mübarek tohumudur. Bire sonsuz verir. Fakat onu doğru zamanda, doğru yere, doğru biçimde ekmek gerekir. Ektikten sonra çekip gitmek yerine, ona bakmak, beslemek, otunu ayıklamak, dibini görmek, sulamak, beslemek, büyütmek gerekir. Yani emek vermek gerekir. İşte bu sevgi, ayette Hz. Peygamberin müminlerinden istemesi caiz olan, hatta anasının ak sütü gibi helal olan, hatta hakkı olan sevgi böyle bir sevgidir.
Peygamberler, Allah yoluna davet karşılığında bir ücret almaktan men edilmişlerdir. Kur�an birçok peygamberin dilinden “Benim ücretimi sadece Allah belirler” sözünü nakleder. Fakat bu, onların, imanlarına vesile oldukları insanlardan sevgi istemelerine mani değildir. Aksine bu onların hakkıdır. Allah, Elçisinin “içinde yakınlık olan” bir sevgi istemesini emretmiştir.
Böylesine bedeli ödenmiş bir sevgi, seveni sevilenin yakınları arasına katar. Değil mi ki içinde “yakınlık” bulunan bir sevgi, seveni sevilene yakın yapar! Seven sevilene yakın olunca, “ehl-i beyt”ten olur. Tıpkı, Allah Rasulünü daha görmeden seven, sevgisinin bedelini hayatıyla ödeyen İranlı Hz. Selman gibi. Hz. Peygamber ona “Selman bizdendir, ehl-i beytimizdendir” demişti. Oysa ki Selman ne Haşimoğullarındandı, ne Kureyştendi, ne de Araptı. O sadece sevdi ve sevgisinin bedelini ödedi.

Kendisini Rasulullahın yaşadığı topraklara götürmesi karşılığında, ömürlük tasarrufunu bir kervana vermişti. Sırasıyla zamanının ilim ve irfan merkezleri olan Nusaybin, Harran, Şam, Ammuriye (Afyon yakınlarında) ve Tarsusta en yetkin üstadlara şakirt olmuştu. Sonunda o, çağının hatırı sayılır bir hakîmi/filozofu olmuştu. Son üstadı, kendisini göndereceği kimsenin kalmadığını söyleyerek, gelmesi beklenen peygamberin kitaplarda tarif edilen topraklarına gitmesini tavsiye etmişti. Kervan yolda baskına uğrayınca, oradaki herkesle birlikte o da esir edilmişti. İranda hatırlı ve nüfuzlu bir yerel yöneticinin varlıklı çocuğu olarak doğup büyüyen Selman, Hicazda köle olarak bir Yahudiye satılmıştı. Ve ilahi yardım onu sürükleye sürükleye Medineye getirmiş, orasını görünce, “İşte sevgilinin göçüp konacağı iki kayalık arasındaki verimli vadi” demişti. Allah Rasulünün Kubaya ulaştığını duyunca, ona ilk kavuşanlar arasında o da vardı. Efendisinden zar zor yarım günlük izin alarak gelmiş, sevdiğine kavuşmuştu.

Rasulullah bu seven ve sevgisinin bedelini ödeyen bilge adamı çok sevdi. Onu en yakınlarının bulunduğu iç halkadan saydı. “Ehl-i beytim” diyerek onun derdini paylaştı. Eline geçen ilk savaş gelirinden pay ayırdığı ilk kimseler arasında Hz. Selman da vardı. Yumurta büyüklüğünde bir külçe vererek, özgürlüğünü satın alma sürecini başlatmasını emretti. O, Ruhani özgürlük uğruna cismani esarete katlanmış bir bilgeydi. Şimdi, iki özgürlüğü birleştirecekti.

İşte, Peygamberimizi sevmek budur. Sevmek ve bedelini ödemek budur. Emin olun ki, Rasulullahın “sahabe” tarifine uyan her sahabinin buna benzer sevgi hikayeleri vardır. Eğer sahabe yol gösteren yıldızlar gibiyse, onu sevme iddiası güden her mümine bu yıldızlar yol gösteriyor.
Tıpkı, hicret gecesi suikast düzenleneceğini bile bile Rasulullahın yatağında yatmayı, yani göz göre göre ölüme gitmeyi kabullenen Hz. Ali gibi.
Tıpkı, Allah yolunda infak emri gelince tüm varını yoğunu infak edip, Allah Rasulü kendisine “Çoluk çocuğuna ne bıraktın?” diye sorunca, “Allah ve Rasulü onlara yeter” diyen Hz. Ebubekir gibi.

Tıpkı, “Artık seni nefsimden de çok seviyorum” diyen ve bunu haybeden söylemeyip ta yüreğine sindiren, bu sayede Nebinin “Kardeşcik, bana da dua et e mi?” diye dua istediği biri olan Hz. Ömer gibi…
Ve tabi ki daha 20sinde, ömrünün baharında darağacını boylayan Hz. Hubeyb gibi ve arkadaşı Hz. Zeyd b. Desinne gibi…

_________________
Peygamberimizi sevmek (2)‏


Hicretin 3., miladın 625. yılıdır. Uhud’un yaraları henüz tazedir. Medine civarındaki kabilelerden biri, içlerinden yeni Müslüman olanlar için İslâm’ı öğretecek bir muallim kadrosu istemektedir. Allah Rasûlü, öz elleriyle yetiştirdiği seçkin öğretmen kadrosu arasından 6 kişilik bir ekibi gönderir. Kafile bir su başında mola verince haince bir saldırıya uğrar. Saldıran Huzeyl kabilesinin eşkıyasıdır. Öldürmek için değil, Kureyş’e satıp para kazanmak için bu tuzağı kurduklarını söylerler. Buna rağmen kafileden üçü şehid oluncaya kadar çarpışır. Geri kalan üçünü esir edip Mekke’ye götürürler. Abdullah b. Tarık, yolda eline bağlanan ipi keserek ellerinden kaçar. Geriye Zeyd b. Desinne ve Hubeyb kalmıştır.
Hain haramiler, Zeyd’i, Saffan b. Ümeyye’ye satarlar. O, Müslümanlar tarafından öldürülen babası Ümeyye b. Halef’e karşılık olarak Zeyd’i öldürmek için satın alır. Zeyd asılmaya götürülürken, yolda Ebu Süfyan karşı gelir ve ona sorar: “Şu anda senin yerinde onun (Hz. Peygamber) olup; asılmasını, senin de ailenin yanında olmanı ister miydin?” der. Zeyd’in cevabı açıktır: “Değil onun asılması, ayağına diken batmasına dahi gönlüm razı olmaz” der. Ebu Süfyan, bunun üzerine şu itirafta bulunacaktır: “Vallahi böylesine bir bağlılık ve seygiyi dünyanın hiçbir tarafında görmedim.”
Sıra Hubeyb b. Adiyy’e gelmiştir. Yirmili yaşlarının başlarında, fidan gibi bir gençtir Hubeyb. Kendisinden sonrasına muhteşem bir sünnet bırakmıştır: İdamdan önce kılınan iki rekat namaz. Bu namaz, imanın ölüme meydan okumasıdır. Bu namaz, tüm zalimlere “Hiçbir gerçek mümini ölümle korkutamazsınız!” mesajıdır. Bu namaz, “Ölüme giderken dahi Rabbime karşı esas duruşumu bozmadım” mesajıdır.
İşte bu, âyette emredilen “içinde yakınlık bulunan” sevgidir. Zira bedeli ödenmiş, hesabı verilmiş, lafta kalmamıştır.
Şöyle bir soru gelebilir: Allah Rasûlü vefat edip gitmiştir. Şimdi biz ona sevgimizi bu şekilde ifade etmeye kalksak bile edemeyiz. O halde, bizim sevgimizin de “yakın” vasfını kazanması için ne yapmamız gerek?
Bu sualde yanlış bir mantık var. Sahabe-i kiram, durduk yerde sevgi edebiyatı yapmadı ki. Mesela; Zeyd ve Hubeyb, din öğretmek için Hz. Peygamber’in görevlendirmesiyle yola düştü ve şehid edildi. O, “Asılayım da sevgimi isbat edeyim” de demedi. Yaptığı, İslâm’ı öğretmek için ölümü göze almaktı. O da onu yaptı.
Peki, şimdi dini öğretme görevi Müslümanların omzundan kalktı mı? Elbette kalkmadı. O halde, Hz. Hubeyb’in sevgisinin çağımızdaki karşılığı, ucunda ölüm dahi olsa, İslâm’ı öğretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmemektir. Bu, Hubeyb’in yolunu izlemektir. Bu, Rasûlullah’ı sevmenin bedelini ödemektir.
Bedeli ödenmeyen sevgi zehirlenir. İşte Hıristiyanların Hz. İsa’ya olan sevgisi böyle bir sevgidir. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı seviyorlar; bunu kim inkâr edebilir? Hem de o kadar çok seviyorlar ki, hâşâ onu “Allah’ın oğlu” derecesine (!) yükseltiyorlar. Onun iyi bir insan olması, peygamber olması, Allah’tan vahiy alması, hatta mucizevi bir doğumla dünyaya gelmesi ve kendisine karşı kurulan tuzağa karşı Allah’ın özel yardımını alması, onları tatmin etmiyor, onları kesmiyor. Sonunda “Allah’tan bir parça” sayma sapıklığına düşüyorlar.
Hz. İsa zehirli sevgi sonucu ilahlaştırılınca, Peygamber İsa buharlaşıyor. Teslisçi kilise, İsa’yı model gösteremiyor. Kendini takip edenlere, “İsa gibi olun” diyemiyor. Nasıl desin ki? Bunu demek, “Tanrı olun” demekle eşanlamlı. Bu sefer kilise uyanıklık yapıp, Hz. İsa’dan boşalttığı peygamberlik makamına kendisi kuruluyor. İsa’yı İsa aşkına öldüren kurucu baba Tarsus’lu Pavlus’un dilinde somutlaşıyor bu uyanıklık: “Kilise kurtuluştur.”
Sevgi işte böyle zehirleniyor. Sevgiyi zehirleyenlerin bu işi bir peygamber adına yapmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Zehirledikleri sevgi de, dönüp kendisini zehirleyenleri zehirliyor. Onları Peygamber İsa’dan mahrum ediyor. Yerde yürüyen ve iz bırakan bir modelden mahrum ediyor. Kim bilir, belki de sevgiyi zehirleyenlerin derdi bu: Yerde yürüyen, ahlâken model alacakları “insan” bir peygamber istememek. Hıristiyanlığın şeriatsız/hukuksuz olmasının temelinde de bu zehirli sevgi yatar. Bugün Hıristiyan kilisenin kendi vatanı olan Batı’da bile tükenişe geçmesi, hayata müdahil olamaması, modern çılgınlık karşısında alternatif bir model geliştirememesinin sebebi de budur.
Ve emin olun ki; bizim modern cinnet karşısında her şeye rağmen hâlâ direniyor oluşumuzun sebebi, “insan” bir peygambere inanıyor oluşumuzdur. Peygamberi ilahlaştırmayı küfür biliyor oluşumuzdur. Bu hassasiyet bize haddimizi öğretti. Zira biz Müslümanlar, Peygamber’e makam biçmenin, onu “terfi ettirmeye” kalkmanın, onun zaten yüksek olan makamını daha da yükseltmeye kalkışmanın haddimizi bilmemek olduğunu öğretti.
Biz Peygamberi terfi ettirecek “âmir” değiliz, biz onun kadrini bilmeye “memur”uz.
Bunu bildiğimiz içindir ki; onun “insan” olduğunu, ama “insanlığın ufku” olduğunu biliriz. Onun insan olması, bize hep umut aşılar. Melek peygamber isteyen sapık kavimler gibi insan soyundan umut kesmemizi engeller. “O insansa” deriz, “İnsan olmak iyi bir şeydir.” Ve biz de insan olmaya çabalarız. Kur’an’da ona nida siğasıyla sadece bir yerde “Yâ-sîn: Ey insan!” diye hitap edilişinin sırrını, işte bu sayede anlarız. Allah’ın onu neden “güzel örnek” olarak tanıttığını, bu sayede anlarız. Bize kelime-i şahadeti öğretirken, neden kendisi için “O’nun kulu ve elçisi” dedirttiğini de…
Biz işte bu yüzden ona kurban oluruz. Peygamberimizi sevmek (3)‏

Mekken' in tescilli müşrikleri de kendilerinden önce helak oluncaya kadar inkarda direnen kafir kavimler gibi Bize bir melek gönderilmeli değil miydi? diyen sınıfa dahil oldular.
Kur'an'ın haber verdiğine göre, Rasulullah'ı kastederek Bu nasıl peygamber! diyorlardı, yiyip-içiyor ve çarşılarda geziyor diyorlardı. İnsan olmak serapa kusurdu bu mantığa göre. Anlaşılan insan neslinden umut kesmiştiler. Aslında onlar kendilerinden umut kesmiştiler.İnsandan adam olmaz demeye getiriyorlardı, fakat bilinç altında Bizden adam olmaz demiş oluyorlardı.
Sonra altından bir saray yapsın dediler. Şu dağı altın etsin, Şu vadiyi altınla doldursun dediler. Göğe merdiven dayasın, Bize bir melekle görünsün vs. vs. dediler.
Onlar gerçekte bir peygamber değil, yeryüzünün tüm servetine hükmeden ihtişama gömülmüş bir imparator istiyorlardı.
Niçin olacak, onların gözünde Büyük adam olmanın ölçüsü altındı, paraydı, güçtü, saltanattı, ihtişamdı, iktidardı da onun için. Onlar sadece bu saydıklarımızın önünde eğilirler, bu saydıklarımızla insanlara boyun eğdirirlerdi. Bunun dışında, Allah!a, anlama, ahlaka, erdeme teslim olmak onların kitabında yazmazdı.
Eğer istekleri gerçekleşse, onlara peygamber olarak bir melek gönderilse, veya diğer talepleri yerine gelse, inanacaklar mıydı dersiniz?
Kur'an bu soruya açık ve net bir biçimde, hayır diyor. Pazarlıkla başlayan bir sürecin sonu iman değil, alım-satım işlemi olurdu. Onun için de Allah, onların bu tür taleplerini ciddiye almadı. Bu vahyi göndermiş olmamız onlara mucize olarak yetmedi mi? diye meydan okudu ve bu tavrı istiskal etti. Vahiy, Rasulullah da bu yönde inşa etti. O da onların bu tür taleplerini ciddiye almadı.
Ve Rasulullah'ın öz ellerinde terbiye olmuş sahabe de bu tavrı gösterdi. Örnek mi, örnek çok. İşte bir tanesi: İslâm ordusu Bedr'e giderken yolda bir bedevi rast gelir. Bedevi Hz. Peygamber'e; Sen Peygamber misin? der. Evet cevabını alınca, Rasulullah'ı bedevice bir teste tabi tutar: O halde devemin karnındakinin (cinsiyeti) nedir, bil bakalım?
Sizce, orada bulunan sahabe ne yapmıştır?
Mesela, bedeviyi ciddiye alıp Efendimizin cevabına kulak mı kesilmişlerdir? Bedeviye Biraz dur da vahiy insin mi demişlerdir. Hayır. Çünkü onlara göre Rasulullah'a böyle bir soru sormak abestir ve oradaki sahabeden biri (Seleme b. Selâme), duruma hemen müdahale ederek, O soruyu Allah Rasulü'ne sorma. Bu tarafa gel bana sor, ben . diyerek adamı tersler. Adama verdiği cevabın sonu o kadar ağırdır ki, Rasulullah dahi Selâme'yi bu ağır ifadesinden dolayı kınamıştır.
Ya Vakıdi'nin ve İbn Hişam'ın naklettiği şu örneğe ne dersiniz? Rasulullah Tebük seferinde devesini kaybeder. Allah Rasulü sebeplere tevessül ederek tüm imkanlarla devesini aratır. Bir münafık şu sözleri sarf eder:
Kendisinin peygamber olduğunu ve gökten haber aldığını söyleyen bir adam, kaybolan devesinin yerini bilmiyor, vallahi hayret!

Alın size üçüncü örnek: Allah Rasulü vefat ettiğinde Bahreyn'de mukim Abdülkays kabilesi Eğer peygamber olsaydı ölmezdi diyerek dinden dönmüşlerdir.
Dürüst olalım: Mevcut peygamber tasavvuruyla, bugünün sıradan Müslümanı bu örneklerdeki düşünme biçiminden hangisine yakındır sizce?
Bir Müslümanın peygamber tasavvurunun bu örneklerden hangisine yakın olduğunu anlamanın en net yolu nedir, biliyor musunuz?

El-Cevap: Allah Rasulü'nü öveyim derken gösterdiği gerekçeler ve deliller.
Kim neye talipse, Alemlere Rahmet olanda onu arar dersek, genelleme yapmış olur muyuz? Oluruz. O zaman değiştirelim ve kimseye haksızlık yapmamaya çalışalım: İnsan olmaya talip olan, peygamberimizin Allah tarafından övülen insanlığını görür ve gösterir. Melekleşmeye talip olan (ki bu talebi sünnetullaha aykırı olduğu için hem gerçekleşmeyecek, hem de kendisini onulmaz yanlışlara sürükleyecektir), Allah Rasulü'nde meleklik arar. Sahih haberler arasında buna örnek bulamazsa zayıflara, onlarda bulamazsa yalanlara sarılmakta bir beis görmez. Onlarda da bulamazsa, çoğu zaman görüldüğü gibi kendisi uydurma yoluna gider. Uydurduğuna müşteri olur, müşteri olduğunu uydurur.
Ve ortaya gerçeğiyle hiç alakası olmayan, Allah'ın seçtiğine ve Kur'an'ın tanıttığına benzemeyen efsanevi ve mutasavver bir
peygamber çıkar. Çıkar çıkmasına da, ne kendisinin onu örnek alıp ahlakını üretmek gibi bir derdi vardır, ne de davranışları üretilebilecek, adımları izlenebilecek kadar yeryüzüne ve insana yakındır.

Müminler! Gözünüzü ve kulağınızı dört açın! Kimse size Alemlere Rahmet olanın sırtından rüşvet vermeye kalkmasın. Bunu yapanları uyarın. Ama bu yola tevessül edenlere, Rasulullah aşkına, Rasulullah'ın
hassû alâ vücûhihimu't-turâb: yüzüne toprak saçın
tavsiyesini uygulayın. Bu Arap lisanında bir deyimdir: Onu beklentisinden mahrum edin manasına gelir. Size kim, Allah Rasul'ünü örnek alın!,
Onu çağınıza taşıyın!, Onun ahlakını şimdi ve buradanızda yeniden üretin!, Onun mirası vahiydir: ona ihanet etmeyin, Onun misyonu risalettir, onu yerde bırakmayın! diyorsa, onu dinleyin, ona uyun!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Peygamberimizi sevmek
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Evliyayayı Sevmek
» Sevmek çok zor ama bir o kadar da şerefli bir duygudur.‏

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
İSLAMİ BİLGİLER :: Peygamberlerimiz :: Peygamberlerimizin Hayatı-
Buraya geçin: