Selçuklu Devleti'nin başşehri Konya, bir ikindi güneşinde pırıl pırıldı. Mevlâna Celâleddin, Altun-Abâ Medresesinde dersini vermiş, evine dönüyordu. Bindiği katırı iki molla çekiyor, Mevlâna başı önünde tevazu ve hiçlik duygusundan iki büklüm, ağır aheste gidiyordu. Yolun yarısında ve caddenin tam ortasında, birdenbire iki çıplak kol. katırın dizginlerine yapıştı. Mevlâna katırın birdenbire silkinerek durması üzerine, daldığı tefekkür âleminden sıyrılarak, başını kaldırdı. Esmer, yanık benizli, hiç tanımadığı bir adam, yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sımsıkı sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlâna'yı süzüyordu. Mevlâna irkildi. Bu saçı sakalı karmakarışık, ihtiyarca, derviş adamın birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, yakıcı gözleri ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak, ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa, fakat korkunç sükûtu, adamın tunç, ağır, tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddî, yüksek bir tonla soruyordu:
"— Sen Belh'li Sultan'ül-Ûlema oğlu Mevlâna Muhammed Celâleddin'sin değil mi?"
— Evet.
— Bir müşkülüm var, söyle bana. Hazreti Muhammed mi büyüktür. Beyazıd-ı Bestâmi mi? Ne dersin?..
Mevlâna böyle cadde ortasında, etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu soruyla, tekrar irkildi. Sorunun taşıdığı geniş mânâyı hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılır bir kişi olmadığını anlamıştı. Cevap verdi:
— Bu nasıl soru? Elbette Hazreti Muhammed büyük...
Adamın bakışları tatlılaştı. Dudaklarında, bir tebessüm halesi dolaştı.
Bu sefer de şöyle sordu:
— İyi ama. Hazreti Muhammed, "Yarabbi. Seni tebcil ederim, biz seni lâyık olduğun veçhile bilemedik" buyurur. Halbuki Beyazıd-ı Bestâmî "Ben kendimi tebcil ederim, benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah'tan başka varlık yok" demekte. Buna ne buyrulur?
Mevlâna, sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap verdi:
— Çünkü Hazreti Muhammed, günde sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında, evvelki bilgi ve hayalinden istiğfar ediyordu. Böylece Peygamber, hiçbir makamda ve hükümde kalmayarak ebediyyen tenzih edilmesi gereken Rabbi. Onu bütün tecelli cilveleri içinde dahi, tecrid ve tenzih edebilmenin mukavemetine malik bulunuyordu. Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestâmî ise, vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendinden geçdi. O makamda kaldı ve hemen bu sözü söyledi.
Adam, cevabın azameti karşısında dayanamadı, sendeledi, bir çığlık atarak yere düştü. Mevlâna da heyecanlanmıştı. Katırından inerek dervişi kucakladı, kaldırdı.
Sanki iki umman, burada birbirine kavuşuvermişti. Derviş, kendine gelir gelmez, biri diğerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaşıverdiler. Mevlâna. dervişin koluna girdi. Hiçbir şey konuşmadan eve, Mevlâna'nın Medresesine doğru yöneldiler.
Bu durumu, hayret ve endişe içinde seyreden talebeler ve halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir mânâ verememişlerdi. Birbirini kucaklayan, birlikte yürüyüp giden iki adamın ardından bakakaldılar.