Eski kitaplarda "Seyyid-i Sırdan", "Muhakkik". "Fahr'ül Meczubin" gibi unvanlarla tanınan Seyyid Burhaneddin. Belh şehrinde iken Sultan'ül-Ulema Bahaeddin Veled'in müridleri arasına girmiş, Mevlâna'nın terbiyesini üzerine almıştı. Bir süre sonra, coşkunluğu ve cezbesi yüzünden. Mecnûn misali, başını alıp çöllere düşmüş, birkaç yıl dolaştıktan sonra sükûn bularak Tirmiz şehrine gelmiş, orada inzivaya çekilmişti. Baha Veled, Belh'ten Anadolu'ya göçtükten sonra, mürşidinin Konya'ya yerleştiğini öğrenmiş, Moğol akınları yüzünden huzuru kaçan birçok insanlar gibi. o da Anadolu'ya yönelmişti. Bu yönelişin sebepleri üzerine şöyle söylenir:
Birgün Seyyid Burhaneddin, Tirmiz'de bir toplulukta ayağa fırlamış.-
— Eyvah! Eyvah! Şeyhim Baha Veled, bu fâni âlemden öte âleme göçtü. Haydi namazını kılalım.
Diye bağırmış, o gün Konya'da vefat eden Baha Veled'in cenaze namazını aynı gün, Tirmiz'de kılmış, sonra da:
— Benim Şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed yalnız kaldı, beni beklemekte... Diyar-ı Rûma (Anadolu'ya) göçmek, yüzümü şeyhimin temiz toprağına sürmek ve O'nun emaneti olan Celâleddin'i teslim almak borcumdur...
Diyerek yollara düşmüştü.
Seyyid Burhaneddin, Konya'ya ulaştığı zaman Mevlâna, annesinin ve kardeşinin mezarı bulunan Lârende (Karaman) şehrinde idi. Seyyid, şeyhi Baha Veled'in mezarını ziyaret etmiş, acele Konya'ya dönmesi için de Mevlâna'ya haber salmıştı. Hemen o gün Konya'ya dönen Mevlâna, Seyyid Burhaneddin'i bularak elini öptü. Kendi medresesinde misafir etti. O günden sonra, Mevlâna, tekrar, Seyyid'in manevî terbiyesi altına girdi. Babasından boşalan kürsüye, kendi eliyle oturtarak, önünde saygı ile diz çöktü.
Seyyid Burhaneddin, Mevlâna'nın bilgi ve görgüsünü yoklamak için, onu şöyle bir imtihan etti. Bazı eksiklikleri olmasına rağmen mükemmeldi:
— Bilgide eşin yok. Din ve yakıyn ilminde babanı hayli geçmişsin. Oysa babanın hem "hâl" ilmi tamamdı, hem de o, "kaal" (söz) ilmini tamamen biliyordu. İstiyorum ki. hâl ilmine sûfîlik yoluyla başlayasın, şeyhimden bana erişen o mânayı sen de benden alasın. Bugünden sonra senin hâl ilmine girmen gerek. Bu, Peygamberlerin, velilerin ilmidir. O ilme, (Ledün ilmi-Gerçeği bilme) derler. Buna çalış da güneş gibi âlemleri aydınlat... diye nasihatta bulundu. O günden sonra, Seyyid Burhaneddin şeyh, Mevlâna da müridi olmuştu artık. Önce, kırk gün bir odaya kilitlemiş, Mevlâna'ya halvet çıkartmıştı. Her gün yeni bir şey öğretiyor. Allah gerçeğinin sırlarını birer birer Mevlâna'nın önüne seriyordu.
Onun "zahir" ilimerini de öğrenmesini istemişti. Zamanın en yüksek medreseleri Halep'te ve Şam'da idi. Mevlâna. bu şehirlere gitmeli, bir -iki yıl tahsil etmeliydi. Kararını Mevlâna'ya açtı. Hemen yol hazırlıklarına başlanarak Mevlâna'yı birkaç dervişle birlikte Halep'e yolcu etti. Kendisi de kısa bir süre için Kayseri şehrine giderek istirahata çekildi.
Mevlâna, Halep yoluna düşmüştü. Dağarcığında birkaç kitaptan başka hiçbir şeyi yoktu. Ama gönlü... Gönlü öğrenme, bilme, okuma aşkıyla kaynıyordu. Halep'e geldi.
Halep'te devrin tanınmış Hanefî fakihlerinden Kemaleddin ibn-ül-Adîm'in müderrisi olduğu (Halâviyye Medresesine yerleşti. Müderris Kemaleddin, Mevlâna'nın babasını tanıyordu. Ona özel bir muamelede bulundu. Kısa zamanda, Mevlâna'nın zekâ ve kaabiliyetinden çok memnun olmuştu.
Mevlâna Halep'te ancak bir iki yıl kalmıştı. Niyeti Şam'a gitmekti. Sam, Moğol akınlarından kaçan bilginlerin sığınağı olmuştu. Üstelik burada, devrin ünlü bilgini Muhyiddin-i Arabî de vardı. Tekrar yola düştü, Şam'a gelerek (Mukaddemiye Medresesi)ne indi.
Gece gündüz okuyor, öğreniyor, ilim dağarcığını her gün biraz daha dolduruyordu. Sanki ilim bir okyanustu da Mevlâna küçücük yelkenlisiyle, bu okyanusta sahil sahil dolaşıyordu. Mesafe, her gün biraz daha kısalmakta. Okumak, öğrenmek, sormak, araştırmak için günler birer birer geçip gitmekte, yıllar birbiri peşisıra uzanmakta. Sık sık devrin bilginlerini, sûfilerini ziyaret ediyor, onlarla konuşuyor, sorularına cevap arıyordu. Bu arada Fıkıh'ta "Hidâye" kitabını, Muhyiddin Arabi'nin eserlerini, tahlil ede ede okumuştu.
Şam'da geniş bir muhit yapmıştı. Bilginler, sûfiler O'na saygı gösteriyor, zekâsı ve irfanına hayran kalıyorlardı. Şam'da 4 yıldan fazla oturdu. Artık Konya'ya dönmeliydi. Bu düşünceler içindeyken bir olay onun dönüşünü çabuklaştırdı.
Günlerden bir gün, Şam'ın kalabalık bir pazar yerinde, dalgın dalgın dolaşıyordu. Burada dünyanın dört bucağından gelmiş, çeşit çeşit insanlar vardı. Dilleri gibi, renkleri ve giyimleri de başka başkaydı. Kimi seyyah, kimi tüccar, kimi derviş olan bu kalabalığın içinde, garip kılıklı bir adam kolunu çekti. Mevlâna. ansızın irkilerek dönüp baktı. Hiç tanımıyordu. Derken adam. Mevlâna'nın elini tuttu, saygıyla öptü. Mevlâna"—Kimsin?" demeye kalmadan:
— Ey dünya sarrafı Mevlâna beni anla...
Diyerek, kalabalığa karışıverdi. Çağırmak, arkasından koşmak istedi. Olmadı. Adam, kalabalıkta kayboluvermişti.
Mevlâna, yıllar sonra öğrenecekti ki, bu belirsiz kişi. en büyük can dostu Şemseddin Tebrizî'dir.
Artık, bu olaydan sonra, Şam'da çok durmadı. Anadolu'ya döndü. Önce, Kayseri'ye uğrayarak şeyhi Seyyid Burhaneddin'i ziyaret etti. Sonra da, onunla birlikte Konya'ya geldi.
Seyyid memnundu. İstediği olmuştu. Ona, "ledün" yolunda mürşidlik ediyor, onu her bakımdan tam bir "insan-ı kâmil" yapmak için çaba gösteriyordu.
Seyyid'in "Maarif" adlı eserinden öğreniyoruz ki, o da Bahaeddin Veled'in yolundan gitmede ve izini izlemede. Bu eserde (Maarif-i Baha Veled) de olduğu gibi filozoflar, hâkimler kınanmakta. Allah dostu, âşık ve ârif erenler övülmektedir. Bunlar, (Varlık levhinden Ene-1-Hak sözünü) okumuş bilgin kişilerdi. Seyyid Burhaneddin, Baha Veled'in Maarifini pekçok kere okumuş, Mevlâna'ya da okutmuştu.
Mevlâna artık Seyyid'e bağlanmış, "sülük" devresini sabırla geçirmekte, çileden çileye gererek "Kemal'e ermektedir. Günlerce süren "riyâzat" oruçları Mevlâna'nın rengini soldurmuş, nâzik bedeni büsbütün zayıflamıştı.
Seyyid, riyâzata çok önem veriyor ve müridlerine şöyle diyordu:
— Eğer Allah'a hiçbir ibâdette bulunamıyorsanız, hiç olmazsa orucu ihmâl etmeyiniz. Kamınızı aç tutunuz ve açlık acısına önem veriniz. Oruç hikmet hazinelerinin anahtarıdır. Peygamberlerin ve velilerin, son derece anlayışlı ve sezişli olan bâtınlarından hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırtmıştı. Oruç tutmaktan daha iyi ibâdet yoktur.
Söylendiğine göre, Seyyid Burhaneddin'in onbeş gün, ağzına lokma koymadığı aylar olurmuş. Nefsinin isteği arttığı zaman, onu öldürmek, isteğini körletmek için, kalkar, aşçı dükkânına gider, köpekler için hazırlanmış bulaşık sularının başında durarak:
— Ey kör nefis, ben bundan fazlasını bulamam, beni özürlü bil, beni fazla üzme... Eğer içmek istersen işte önünde, şu yalakta... der, içmez, nefsiyle böylece savaşırmış.
Mevlâna,böyle bir hocanın, böyle bir terbiyecinin elinde en çekin oruçlara katlanıyor, Seyyid'in kızgın potasında yana yana pişiyordu.