Ortaasya'da Türkistan, bugün Kuzey-Batı Afganistan'ı da içine alır. Yağız atlı, yağız benizli Türkmenlerin at koşturduğu bu yaylalarda hemen herkes Türkçe konuşur. Aral Gölü'ne dökülen Amu Derya'nın bu kesiminde, İran sınırına yakın eski ticaret yolu üzerinde Belh şehri vardır. Horasan'ın bu ihtiyar şehri binlerce yıllık tarihi içerisinde pekçok siyasî ve sosyal olaylara sahne olmuş, Zerdüşt'ün doğduğu ve Mecûsî'liğin (ateşe tapanların dini) kurulduğu bir şehir olarak tanınmıştır. Yüzyıllar boyunca, çeşitli istilâlar altında ezilen, her gelenin yeni bir kültür, yeni bir din aşıladığı Belh, Emeviler zamanından itibaren İslâm devletlerinin göz diktiği bir belde olur. Putperest, Mecusî, Şaman, Budist, Hristiyan tapınaklarının yerini cami ve mescitler alır. Hatta Belh'e kadar uzanan muharip İslâm sahabelerine izafeten, şehre Kubbe-t-ül İslâm (İslâm Kubbesi) adı verilir. Bazıları da Belh'e, beldelerin anası anlamına gelen (Ümmül-bilâd) derler.
Belh'i bir süre sonra Büyük Selçuklu Devleti'nin elinde önemli bir ilim ve irfan merkezi olarak görüyoruz. Devletin başveziri Nizamülmülk'ün açtırdığı medreseler, kütüphane ve rasathaneler, Belh'te yaygın hale gelir. Yıllar yılı birbiri ardından gelen istilâlar, her istilânın sonunda meydana gelen fikrî buhranlar, açlıklar, sefaletler, halkı bezgin ve bedbin yapar. Artık dünyada huzur ve sükûnu bulamayanlar, bunu öte âlemde aramayı, düşünce ve inançlarına gömülmeyi tercih ederler. Bu dünyevî bunalım, tasavvufî düşüncelerin kolayca yayılmasını sağlar. Çoğu Belh'te toplanan, sırtları abalı, coşkun ve cezbeli sûfîler "vahdet-i vücud" felsefesinin, çeşitli görüş ve düşünüşte temsilcileri olarak halk arasında itibar görmeye başlarlar. İslâm dininin geniş hoşgörüsü içinde tasavvufî sohbetler yapılır, ilâhî okyanuslara dalınır, sesler, hayaller ve fevkalâdelikler içinde yaşanır, Allah'a vuslat yolunda, manevî bir sarhoşluğa garkolunur, cennet nimetleri, manevi güzellikler tahayyül edilir. Selçuklulardan sonra Harezmşahların eline geçen ve başşehir olan Belh, yine bu ortamdadır. Bugünlerde de Belh, canlı, hareketli bir şehirdir. Medreseler tanınmış bilginlerle dolup taşmakta, her biri az - çok bir diğerinden farklı inancın mümessili olan şeyhler, bunların etrafını çeviren müridler, dünyadan elini eteğini çekmiş veya tevekküle boyun eğmiş dervişler, başıboş seyyahlar, talebeler zaviyeleri, hanları doldurmaktadır.
Zaman zaman çarpışan fikirler, şahlanan manevî heyecanlar, insan sellerini peşinden sürüklemekte, bazan bir şeyh, bir bilgin, bir hatip bir sultan gibi bunlara hükmedebilmektedir. İşte bu günlerde Belh'te bir bilgin vardır ki, gönülleri kendi inancı etrafında toplamasını biliyor, sözleri ve dersleriyle, insanları, herkesten daha kolay cezbedebiliyordu. Tesiri, dikkati çekecek ve şeyhleri kıskandıracak kadar kuvvetliydi. O kadar çok seviliyor ki, medresesi yalnız müridlerinin değil, sultanların, prenslerin de uğrağı oluyordu. Hangi toplulukta görünürse, orası mahşere benziyordu. Sözleri ezberleniyor, hattâ yazılarak elden ele dolaşıyor, dinleyen ve okuyan aylarca tesirinde kalıyordu. Bütün bunlara rağmen o, tevazu ile Hak'ka kulluk ediyor, insanlara en açık bir ifadeyle, Hak'kı ve hakikat yollarını, doğruluğu ve iyiliği telkin ediyor, halkın gösterdiği saygı ve itibarı, gene halka bağışlıyor, düşküne halince yardımda bulunuyor, çaresize çare arıyordu.
Belh şehrinin bu tanınmış bilginine Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled derlerdi. Belh'in Hatiboğulları soyuna mensup, yedi ceddi bilgin, özü, sözü, doğru bir insandı. Bazı kaynaklar O'nun anasının Ha-rezmşahlar hanedanına mensup, Sultan Alâeddin Muhammed Harezmşah'ın kızı olduğunu kaydederler. Her ne olursa olsun Bahaeddin Veled, babası Hüseyin Celâleddin Hatibi'yi çok genç yaşında kaybetmiş, dirayetli ve kültürlü bir hanım olan annesinin eli altında tahsil ve terbiye görmüştü. Üstün zekâsı ve kaabiliyeti ile genç yaşında müderris olmuş, tasavvuf mesleğinde kademe kademe ilerleyerek merhaleler aşmıştı. Ondan feyz almak için gelenlerin haddi hesabı yoktu. Her taraftan akın eden öğrenciler, müridler, bu genç bilginin medresesini dolduruyordu. Dedeleri din uğruna çalışmış, ahiret saltanatı kurmuşlardı. Şimdi kendi de o yolda yürüyor, insanlara, manevî âlemlerin ihsanını saçıyordu.
İlmine ve kerametine izafeten bir gün Bahaeddin Velede Sultan'ül-Ûlema, yani (Bilginlerin Sultanı) dendiğini de görüyoruz. Bu unvanın verilişi, kaynaklarımızda şöyle anlatıla gelmektedir:
"Bir gece, Belh'in ileri gelen üçyüz bilgini, hep birden aynı rüyayı görmüşlerdir: Bir sahrada kurulan ulu bir çadırın ortasında, Hazret-i Muhammed (S.A.V.) sahabesiyle oturmaktadır. Tam bu sırada, Belh'li Baha Veled edeb ve hürmetle selâm verip çadıra girmiştir. Peygamber, Baha Velede iltifat ederek, sağ yanına oturtmuş, orada hazır bulunan müftü ve imamlara:
— Bugünden itibaren Baha Veled'e, Sultan'ül-Ûlema deyiniz ve öyle hitabediniz! buyurmuşlardır. Sabah olunca, rüyayı gören bilginler, doğruca Baha Veled'in medresesine gitmişler. Onlar daha rüyalarını anlatmadan, Baha Veled gördükleri rüyayı aynen anlatıverince bilginler:
— Allah ve Resûlullah şahittir, biz de şahidiz ki, sen Sultan'ül-Ûlema'sın, bugünden itibaren bu namla tanınacaksın, diye söylemişlerdir."
Böylece O Sultan'ül-Ûlema olarak tanınmıştı.
Başta Fahreddin Râzî gibi O'nu çekemeyen, O'nun şöhretini kıskanan bazı bilginlerin itirazına rağmen bu unvan O'nun ebediyete kadar adı olarak kalacak ve yaşayacaktır.
Bahaeddin Veled, olgunluk çağlarına girdiği bir sırada, Belh emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatunla evlenmiş, bir yıl sonra da nur topu gibi bir oğlu dünyaya gelmişti. Baha Veled, çocuğun adını Alâeddin Muhammed koydu. Bu oğlundan sonra, ikinci bir çocuğu daha dünyaya geldi. Yüzünde gün ışığı gibi celâl nurları parlayan bu ikinci oğlunu pek sevmişti. Lohusa yatağında, şefkat damarlarından annelik sütünü emziren Mümine Hatunun kucağından alarak:
— Mübarek olsun Muhammed Celâleddin. Bu çocuk hiçbir çocuğa benzemez. O'na iyi bak Mümine demiş ve adını böylece "Muhammed Celâleddin" koymuştu.
Geleceğin büyük Mevlâna'sı, küçük Celâleddin böyle bilgin bir babanın ikinci oğlu olarak, annesinin, yetişkin müridlerin terbiyesi altında büyüyor, O'nun her hareketi dikkatle takip ediliyordu.